

DİBAÇE
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçiyolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor; bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyordum. Kılavuzum «Kumdere» köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ağaçlı dağların dahaçok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu.Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten fânîliğin geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
‒ Biraz dinlensek…dedim. Kılavuzum güldü. Kır çember sakallı, şen çehresi pembeleşmişti.
‒ Kesildin mi? diye sordu.
‒ Hayır.
Sırtında çiftesiyle üç günlük yiyeceğimizden başka kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söyledim.
‒ Ha biraz gayret! ‒dedi,‒ Yarın başına bir çıkalım, oradan öte «Akkovuk»‘a kadar yol iyidir.
‒ ...
Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:
‒ İşte yarın başı! dedi. Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm.Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi
çıkardım, sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
‒ Yak bir cıgara bakalım, yorgunluk alır.
Ağır bir tavırla:
‒ Burada tütün içilmez! dedi. Sordum.
‒ Niçin? Namazgâh mı burası?
‒ Hayır!
‒ Ya ne?..
Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
‒ Burası «Yalnız Efe»‘nin sırrolduğu yerdir! dedi. Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor,üstümüzde siyah bir çadır gibi açılan çam dalları titriyordu.
Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol, eskiden beri eşkıya uğrağıydı; bunu biliyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin,Köroğlu’nun koşmaları, Develi’nin, Cellâv’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
‒ Anlat bana baba, –dedim,– bu «Yalnız Efe» kim? Nasıl sırroldu?
İhtiyar avcı torbanın yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri elâ gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine dönen derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
‒ Anlatayım, dedi. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinledim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.
‒ Neden gözükmezdi? diye sordum.
‒ Çünkü kızdı.
‒ Kız mıydı?
‒ Evet.
Hayretim hoşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi takdis eden her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikâyesine başladı.Bu azap, elem, ıstırap dolu bir intikam destanıydı. Belki bir saat sürdü. İhtiyar onun yaptıklarını anlatırken muhabbetten dudakları titriyordu. Ben de bu muhabbetin aksini ruhumda duydum. Yalnız Efe’nin her hareketi ahlâkî idi.
Halk, yerliler, köylüler ona ulvî bir kahraman gibi tapıyorlardı. Anlatırken ihtiyar, bazen heyecana geliyor, bazen kederleniyor, unutulmamış bir matemin gölgesi yüzünü karartıyordu. Yalnız Efe’nin akıbetini anlatırken kendini tutamadı. Gözlerinden yaşlar boşandı. Kalbi sanki ağzına gelmişti Hıçkırıyordu. Boynunu bükerek, iri nasırlı elleriyle gözyaşlarını silerek söylediği sözler hâlâ kulağımda.
***
Av peşinde gezerken iki hafta, bütün uğradığımız köylerde, yörük obalarında hep Yalnız Efe’nin menkıbelerini dinlemiştim. O vakit şairdim. Duyduğum canlı bir vecdle, kahramanın destanını yazmaya kalktım. Ama niçin bilmem,yarım bıraktım. Aradan işte yirmi beş sene, evet, yirmi beş sene geçti. Bugün tamamlamak ihtimali kalmadığını görüyorum. İhtiyarlayan hatıramda kafiye yok. Bunayan zevkimde kelimelerin ahengi, veznin esrarı yaşamıyor. Fakat gençliğimde yazdığım bir destanı, şimdi bir roman gibi tekrarlayamaz mıyım?
İşte bunu tecrübe ediyorum.
***
-BİRİNCİ FASIL
I Kimdi?
Yörük Hoca’yla Kızı
Kırların yorgun sükûnetini taşıyan hazin çıngırak sesleri, uzak yakın ineklerin böğürtüsü, köpeklerin havlayışı, fark olunmaz bir uğultunun içinde kayboluyor, sıcak bir bahar günü, evvela şeffaf bir sis gibi başlayan uyuşuk gecenin renksiz gölgeleri altında sanki yavaş yavaş eriyor, dumanlaşıyordu. Küçük bir sürü dört inekle birkaç keçi, koyun köyegiren geniş yolun ta ağzında durmuştu. Alçak bir çitin önünde ineğin birisi hiddetle acı acı böğürdü. Kapı açıldı, sürü,s ayı sıra tanır akıllı mahlûklar gibi teker teker içeri girdi. Biraz sonra köy içinde bir ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı, yuvarlak kırmızı yüzünün etrafında gümüş bir hâle gibi parlıyor, abânî sarığıyla savatlı bir ahenk husule getiriyordu.Boyu o kadar yüksek, vücudu o kadar iri idi ki... Dibinden geçtiği duvarlar, çitler, omuzları hizasına bile gelmiyordu. Ellerini kocaman al kuşağının arasına sokmuştu. Açık kapının önüne yaklaşınca:
‒ Kezban…diye seslendi. Beyaz başörtülü bir kız göründü. Parlak karagözleri ihtiyara bakınca, yeni açan bir gülü hatırlatan yüzügüldü:
‒ Ne var baba?
‒ Kapı neye açık ki?
‒ Köpek gelmedi daha...
‒ Gelmez uğursuz… Aşağıda derenin kenarında oynaşırlar.
‒ Neye girmiyon?
‒ Bu gece komşular bize gelecekler. Varıp Dursun Dayı’yada bir diyeyim. O da gelsin.
‒ Dursun Dayı hastaymış. Bütün gün yatmış. Kızı bana dedi.
‒ Ben de bir bakayım. Sen yemeği hazırla. Şimdi gelirim.
‒ Pekiyi...
İhtiyar, gözleri yerlerde, karşıki çitin arkasında kayboldu. Bu, bütün köyün kendilerindenmiş gibi sevdikleri YörükHoca’ydı. Yirmi sene evvel «Artık ihtiyarladım!» diye buraya gelip yerleşmiş, çift ve tarla almış, evlenmişti. Yetmiş yaşını çoktan aşmıştı. Fakat hâlâ dinçti. Gençliğini evvela medresede, sonra dağlarda, muharebelerde geçirmişti.
Anadolu’nun, Rumeli’nin her yerini karış karış tanırdı.Yemen’de askerlik etmişti. Dört sene evvel karısı ölmüş, kızı Kezban’la yalnız kalmıştı.
‒ Evlen! diyenlere güler, başını sallar:
‒ Evlenmek bana gerekmez. Ben artık orada güvey gireceğim! diyerek camiin bahçesindeki sık servili küçük mezarlığı işaret ederdi. Zengince idi. Elli sene dolaşmak onu biraz para sahibi etmişti. «Kumdere»nin eşrafından sayılırdı. Köyün fakirlerine, dullarına, öksüzlerine yardım eder, herkesin ölüsüne kendi sevabı için mevlit okurdu. Dünyada hiçbir emeli kalmamıştı. Elli senelik tecrübe onda hiç ümit bırakmamıştı. Ahvâli, halkın, hükûmetin gidişini hatırlayınca:
‒ Ah, dünyanın sonu! derdi. Sivastopol Muharebesi’nden sonra Silistre bozgununu görmüştü. O andan itibaren Anadolu da bozulmuştu. Eşkıyalık, zulüm, hakaret, hırsızlık, açlık, yağmacılık alevsiz
bir yangın gibi, bu bin senelik ana yurdunu yakıp tutuşturuyordu. Yörük Hoca bunu görüyordu. Fenalıkların önüne geçmek, bozulan cihanı düzeltmek lâzımdı. Fakat nasıl? Gece gündüz bunu düşünür, bunu konuşur, bunu tekrarlardı.
‒ Bir Mehdî çıksa!diyenlere gülerdi. Anadolu, Rumeli karmakarışıktı. Bir değil, bin Mehdî az gelirdi. Köyün ihtiyarları, onun karanlık düşünceleriyle daha beter bunalmışlar, gençleri daha beter sersemlemişlerdi.
‒ «Yörük Hoca dünyanın direğini almış!» derlerdi. Ağzından düşmeyen bir hicranı vardı: «Ah genç olsam!..»
‒ Genç olsan, ne yapardın, Hoca? diye soranlara cevap vermez, gülümser, başını sallar, köyün her tarafından görünen ormanlı, çamlı dağlara bakarak dalıp giderdi.
*** ... Akşam yemeğini ocağın başında yemişlerdi. Kezban siniyi, sofra örtüsünü kaldırdı. Yörük Hoca, boz renkte keçe kaplı sedire çıktı. Çubuğunu yaktı! Kezban ocağın ateşini düzeltti. Sol taraftaki sedirin önünde duran küçük bir iskemleyi çekti. Cezveyi testiden doldurdu. Babası:
‒ Şimdi kahve yapma, dedi, misafirlerle içerim.
‒ Peki...
Kezban, dolu cezveyi ocağın önüne bıraktı. Kalktı. Küçük odanın içinde âdeta bir dev yavrusunu andırıyordu. Babası gibi çok iriydi. Elini biraz kaldırsa, isle kararmış basık tavana dokunabilecekti. Başını eğerek kapıdan çıktı.
Yörük Hoca, içine ocağın alevleri akseden gözlerini çubuğunun dumanlarına dikti. Sağ kolunu dayadığı yastığın üstü, kapaksız bir dolaptı. Burada elli altmış kadar pembe kaplı, sarı kâğıtlı kitap vardı. Köylülere yalnız camide mevlit okumaz, bazı geceler evinde toplananlara bu kitapları da dinletirdi. Arkasındaki iki perdesiz küçük pencerenin ortasında, uzun bir saz asılıydı. Bu saz, Yörük Hoca’nın gençlik yadigârıydı. Âşık Garip’in, Âşık Kerem’in, Köroğlu’nun koşmalarını bunda çalar, Sivastopol, Ey Gaziler havalarını tekrarlarken kendisiyle beraber bunu dinleyenleri ağlatırdı.
Küçük bir idare kandiliyle aydınlanan odanın yegâne süsü, ocağın üstünde yan yana asılı iki levhaydı; birinin, sarı zemin üzerine siyah kötü bir tâlik ile yazılmış satırları: Hayatta şaşırmış Türk’ün boğuk bir feryadına benziyordu:
Yay gibi eğri olsam,
Elde tutarlar beni !
Ok gibi doğru olsam,
Yabana atarlar beni !
Ötekinin sülüs satırları sanki ölmüş bir beyliğin, sönmüş hürriyetin, eski bir gururun, asil bir demokrasinin, can çekişen bir kahramanlığın hâtırasıydı:
Ne senden rükû
Ne benden kıyâm,
Selâmün aleyküm,
Aleyküm selâm.
Bir köpek havladı. Yörük Hoca çubuğunu ağzından çekti. Galiba geliyorlardı. Öksürükler, lakırdılar işitildi. Kezbanavluya çıkan kapıyı açıyordu.
Gelenler yedi kişiydi. Oda doldu. Sedirlere çıkmayanlar ocağın etrafına çöktüler. En ihtiyarları Hacı Durmuş, Yörük Hoca’nın yanına oturdu. Birbirlerini Sivastopol’dan tanıyorlardı. Hoca’yı yirmi sene evvel bu köyde yerleşmeye razı eden bu arkadaşıydı. Mavi gözlü, köse, kamburu çıkmışbir ihtiyardı. Bölükte ona, “Cin Durmuş” derlerdi. Bir gece Rus generalinin şapkasını, kılıcını çadırından aşırmış, bizim ordugâha getirmişti. İki arkadaş yan yana geldiler mi, her defasında:
‒ Hey gidi günler, hey ! diye birbirlerine bakarlar, gülümserlerdi. Sanki bu, onların hususî bir selâmı idi. Yörük Hoca oradakilerin hepsine ayrı ayrı hâl ve hatır sorduktan sonra Hacı Durmuş’a döndü:
‒ Hey gidi günler, hey! dedi. Öteki:
‒ Keşke görmeyeydik! diye yüzünü buruşturdu. Kezban havaleli vücuduyla ocağın başına çömelmişti. Dörtlük cezveleri sürdü. Yörük Hoca, karşı sedirde oturan bir köylüye baktı.
‒ Ey bakalım Muhtar Mehmet, ne var ne yok!
‒ Hayırlar Hoca...
‒ Dün kasabaya gittin mi?
‒ Gittim.
‒ Oradan hayır haber gelmez!
Kumdere köyü kasabaya iki saatti. Ovaya inince birdenbire büyüyen dere, kasabada hemen hemen bir nehir olurdu. Halk artık yavaş yavaş bu nehre, «Ese Suyu» demeye başlamıştı. Son on beş sene içinde faizciliğiyle zenginleşen Eseoğlu, Kumdere’nin dibinden başlayan ova tarlalarını birer birer satın almaya başlamıştı. Kasabada hükûmetin adamıydı. Gelen kaymakamları evlerinde bedava oturtur, zaptiyeleri kendi çiftliklerinde aylarca misafir ederdi. Adamlarının hepsi yabancıydı. Çobanları, uşakları, hergelecileri, Arnavutlardan, Rumlardandı. Şehirdeki meşhur Hıristo Çorbacı ortağıydı.
Yazları ona misafir gelir, bütün civar köylülere ortalama yüzdeiki yüz faizle borç verirlerdi.
Muhtar:
‒ Eseoğlu üç senedir borcunu veremeyen Küçükalanlılar'ı mahkûm etmiş, dedi. Küçükalan, ovanın öte başında, Kumdere’den biraz büyücek bir köydü.
Hoca sordu:
‒ Nasıl mahkûm etmiş?
‒ Dava şehirde olmuş. Hıristo Çorbacı, ta İstanbul’dan usta bir abukat getirtmiş! Davayı kazanmışlar. Meğer köyde Eseoğlu’na borçlu olmayan yokmuş. Şimdi Eseoğlu’yla Hıristo bütün köyün tarlalarını, çiftliklerini zapt etmişler.
‒ Eey...
‒ Eey, işte böyle.
Hacı Durmuş:
‒ Şimdi yersiz yurtsuz kalan Küçükalanlılar ne olacaklar? dedi. Çubuğunu derin derin çeken Yörük Hoca cevap verdi:
‒ Ne olacaklar? Eseoğlu’yla Hıristo’ya esir!
‒ Nasıl olur ya.
‒ Bayağı olur işte.
Misafirlerin içinde köyün imamı da vardı. Bu az görmüş, ama çok bilmiş bir adamdı. Köyden olmadığı hâlde, YörükHoca gibi yerlileşmişti. Hacı Durmuş’a izah etti:
‒ Nasıl esir olacaklar? Köyün, tarlaların tapuları Eseoğlu’na geçmedi mi ya!... Geçti değil mi? İyi ya işte!... Tarlaları kim sürecek, çifti kim toplayacak? Hıristo, Yunanistan’dan Rum getirmeyecek! Eseoğlu, kendi çiftliğine bile güç ırgat buluyor. Küçükalanlılar ikisinin hesabına eşek gibi boğaz tokluğuna çalışacaklar.
Yörük Hoca:
‒ Boğaz tokluğuna deme, aç acına...be dedi. İmam, bu sözleri tekrarladı:
‒ Aç acına! Aç acına!
‒ ...
Kezban kahveyi kabartmış, fincanları kotarıyordu. Ocakta devrilen bir odun birden bire alev aldı. Oradakilerin çehrelerini feci bir kırmızıya boyadı. Sanki komşu hemşehrilerinin bu manevî ölümünden duydukları matem hepsinin yüzüne aksediyordu. Sükûn ağırlaştı. Herkes önüne bakıyordu. Yörük Hoca’nın çubuğu sönmüştü. Kezban, bu yeis havasının içinde yıkılmaz bir ümit, genç, dinç, güzel bir azim timsalinin hayali gibi yavaş yavaş kalktı. Fincan tepsisini evvela Hacı Durmuş’a uzattı. Ondan sonra sırayla bütün oturanlara kahvelerini dağıttı.
Kimi cıgara sarmıştı. Kimi bellerinden çıkardıkları çubukları dolduruyorlardı. Kezban babasının lülesini yaktı.Sonra herkese ateş gezdirdi. Nihayet gitti, kapının yanındaki alçak iskemleye çöktü. Evde yalnız olduğu için, ihtiyar misafirlerin yanından ayrılmazdı. Açık perdeden giren serince bir rüzgâr, cıgaraların dumanlarını ocağa doğru sürüyordu.
Çubuğunu fosurdatan Yörük Hoca:
‒ Ah genç olsaydım! dedi. Hacı Durmuş’un solundaki gür siyah sakallı, kısa boylu,küçük gözlü bir adam -Kamçısızların Veli Yörük Hoca’nın yüzüne bakmadan:
‒ Genç olsaydın ne yapardın hoca? diye sordu. İhtiyar Yörük, kahvesinden büyük bir yudumu âhla içti. Gözlerini çubuğunun dumanları içinden ayırmak istiyormuş gibi başını kaldırdı. Odanın içi pek dardı, pencereler arkasındaydı. Bakacak yer bulamadı. Gözlerini kapadı:
‒ Dağa çıkardım! dedi.
‒ Dağa çıkıp da ne yapabilirdin?
‒ Ne mi yapabilirdim? Eseoğlu gibi millet düşmanlarını gebertirdim!
Muhtarın sağındaki uzun boylu, hasta yüzlü, perişan bir köylü Nalbant İsmail âdeta inledi:
‒ Eseoğlu bir değil ki...
‒ Bin olsun, önce birden başlanır...
Muhtar:
‒ Yaşa Hoca! diye bağırdı, sonra ilave etti:
‒ Sendeki cevher hepimizde olsa...
Hacı Durmuş:
‒ Bizde cevher olsa da para etmez...diye kafasını zayıf omuzlarının arasına çekti. Yaş yetmiş, iş bitmiş! Gün gençlere kaldı. Hâlbuki onlar da kendi havalarında... Hiçbir şeye akılları ermiyor. Her şeye eyvallah diyorlar. Anadolu âdeta bir tekke olmuş... Bizim zamanımızdakimse kimseye haksızlık edemezdi. Herkes birbirinden çekinirdi. Hele yabancılar memlekete adım atamazlardı. İş, para,
çift, çubuk bizimdi. Köy değil, hatta kasabaya bile Rum, Ermeni, Yahudi madrabaz giremezdi.
Verdiği haber, koca bir köyün, sütü bozuk bir faizciyleşehirden yabancı bir Rum’un malı oluşu, hepsinin kalbinezehirli bir hançer gibi tesir etmişti. Küçükalan, ovanın enzengin köyüydü. Kasabaya alışan gençler, hep Eseoğlu’nunyanına gitmeye başlamışlardı.Yörük Hoca, Eseoğlu’nun ne kötü bir herif olduğunu bildiği için zavallılara haber gönderdi. «Onunla alışveriş etmeyin. Sizi mahveder» dedi. Fakat sözünü dinletemedi. Beş seneiçinde yedi yaşından yetmiş yaşına kadar hepsi Eseoğlu’na
borçlandılar. İşte bugün bütün arazilerini zapt ediyordu.İmansız, merhametsiz, dinsiz bir faizciydi. Bu aklı İstanbul’a,İzmir’e gittikçe manifatura aldığı Rumlardan öğrenmişti. Bugidişle bütün köyleri esir edecekti. Korkusundan, çiftliğine silahlı Arnavutlarla gidip geliyordu. Kasabada bile canını yakmadığı, yuvasının bir direğini olsun yıkmadığı adamyoktu. Daha elini Kumdere’ye atamamıştı. Kışın köyden herrast geldiğine:
‒ Ben size de iyilik etmek isterim. Kim para isterse banagelsin! derdi.
Fakat Yörük Hoca borcun, bahusus bir faizciye edilecekborcun nasıl bir ateş olduğunu, nasıl ev, bark, köy, kent yaktığını hemşehrilerine iyice anlatmıştı. «Olmadı mı, sabır, kanaat! Oldu mu idare, ihtiyat!...» Köy bu nasihatı tuttuğu hâldeyine eziliyor, yine sefalete düşüyordu. Her yirmi yaşına giren genç, asker olunca Yemen’e gidiyor; bir daha hiç gelmiyordu.Nüfus azalmıştı. Köyde ekseriyeti, ihtiyarlarla kadınlar teşkilediyordu. Eseoğlu, borç verip yutamadığı için, «Kumdere»köyüne garazdı. Oraya zaptiyeleri musallat ediyordu. Heryeni gelen kaymakama:
‒ Bütün vilâyet içinde eşkıya yatağı Kumdere’dir! Devletburasını topa tutmazsa rahat görmez!
derdi. Hâlbuki Kumdere’den şimdiye kadar ne bir adam dağaçıkmış, ne de dağdakilerden biri misafir gelmişti.Köy dik bir dağın eteğinde olduğu için ahalisi hem ovada işleriyle uğraşırlar, hem kışın dağlarda ayı, kurt, geyik avıyaparlardı.
Avcılık, onları ova köyleri gibi karanlık bir sefalete düşürmüyordu. Nihayet geçen sene Eseoğlu, onların silahlarınıda hükûmete toplattırmaya muvaffak oldu. Artık ava gidemiyorlardı. Silâhsız kalan halk ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
Yörük Hoca:
‒ Sünnet bozuldu!demişti. «Ata binmek, silah kullanmak, yüzme öğrenmek»Peygamber’in emriydi. Silâh olmadıktan sonra nasıl kullanılırdı? Silâhsız at ne işe yarardı? Esir gibi kaldıktan sonra yüzmeye ne lüzum vardı? İnsan kendini suya atıp boğuluvermekdaha hayırlıydı! Köyün en büyük elemi işte bu silahsız kalmaktı. Zaptiyelerin evleri basıp, çeyiz sandıklarına varıncayakadar arayıp, ucu sivri bir bıçak bile bırakmadıkları gün, bütün köy, sanki ölmüş gibi susmuştu. Kambur Hasan -bu köyün en tuhaf adamıydı- hepsini teselli kabul etmez üzüntüleri içinde güldürdü. Zaptiyeler gittikten sonra köylüler camimeydanında toplanmış, düşünüyorlardı. Kambur Hasan:
‒ Hey ağalar! işte biz de, «Çınarlı»‘ya döndük. Ama bizinereye çıkaracaklar?
dedi. Çınarlıların başına gelen felâketi hatırlayınca, hepsi gülüştüler. Bu köyün macerâsı, ova halkının eğlencesiydi.Çınarlı en çok efe çıkaran, sarp tabiatlı haşin bir köydü. Zaptiyeler, bir gün bunları kandırıp, en son silahlarına varıncayakadar almışlardı. İçlerine fesat düşmüştü. Kim silahını sakladıysa gidip biri haber veriyordu. Bir gün yine bunlardan«iâne» nâmıyla bir para toplamak istiyorlardı.
Çınarlılar:
‒ Vermeyiz!dediler. Silâhlarının toplandığını unutuyorlardı. Kaymakamkızdı. Önden bir zaptiye gönderdi.
‒ Kerataların hepsini topla! Ama hiçbirisini kaçırma. Bengelir, onlara para vermemeyi öğretirim!
dedi. Zaptiye köye gelince martinini doldurmuş:
‒ Kim kımıldarsa, vururum!diye haykırmıştı. Kimse kımıldayamadı. Suyun kenarında
kocaman bir çınarlık vardı. Çoluk çocuk, ihtiyar, kadın halkın hepsini bu ağaçların altına getirdi.
‒ Hepiniz, şimdi şu çınarların üstüne çıkacaksınız. Beşdakikaya kadar yerde kim kalırsa öldürürüm!diye ikinci bir emir verdi.Tüfeğini omzuna dayadı. Halkın üzerine doğrulttu. Köylü, can korkusuyla bir maymun sürüsü gibi çınarlara tırmandılar. O vakit zaptiye:
‒ Kim aşağıya inerse hemen vururum!diye tekrar bağırdı. Derenin dibindeki gölgelere uzandı. Cı-
garasını yaktı. İçti. Uyuyuverdi. Köylüler görevlinin uyuduğunu gördükleri hâlde, yine mahsus yapıyor diye yere inmiyorlardı.Bu esnada kaymakam gelmişti. Köyde tavuklardan, köpeklerden başka canlı mahlûka rast gelmeyince ürktü. «Acabahepsi dağa mı çekildi?» diye düşündü. Gönderdiği zaptiyeyi
nihayet derenin kenarında uyumuş görünce, kafasına bir tekme indirdi:
‒ Ulan hani köylüler?diye haykırdı.
‒ Burada efendim.
‒ Nerede?
Zaptiye havaya bakıyor, kaymakam bir şey anlamıyordu.Bir de gözlerini kaldırınca gördü ki, bütün köylü çınarlarınüstünde... Bir kahkaha attı.
‒ Aferin ulan! dedi, güzel akıl kullanmışsın!
Zaptiye:
‒ Ne yapayım efendim! Uykum vardı. Kaçmasınlar diyehepsini ağaçlara çıkardım...
cevabını verdi. Kaymakam, parası olanın aşağı inmesini emretti. Parası olmayan, çınarların dalları içinde mahpus kalacaktı. Parası olmayanları da borç para bulup indirdiler.İşte Çınarlar köyünün bu macerası, Anadolu’nun henüzsilahı elinde kalan çocuklarını çok güldürmüştü. Zavallılar
atalarının:
Gülme komşuna,
Gelir başına.dediğini unutmuşlardı. Eseoğlu, hükûmete fit vere vere ovadaki her köyü Çınarlar gibi silahsız bırakmıştı. Yalnız kendi korucuları, kolcuları, çobanları, mandıracıları, hergelecilerisilahlıydı. Bu adamları da hep Arnavutluk’tan, Yanya’danfilan getirtiyordu. Hizmetinde hiç yerli kullanmazdı. Bir nevi müsellâh derebeylik kurmuştu. Civarda korkutmadığı,ürkütmediği insan kalmamıştı. Vurduruyor, öldürüyor, kendisine karşı gelebilecek hiçbir kuvvet bırakmıyordu. «Eşkıya,yataklık, filan» tezviriyle hükûmeti kendine uydurmuştu. Civarın en güzel kızlarını cebren nikâhına alıyor, bir hafta sonra boşayıveriyor-du. Yaptığı fenalıklar hadden aştığı için songünlerde kasabadan dışarı çıkamaz olmuştu. Hep bir eşkıyahücumundan korkardı. Muhtar tekrar bir cıgara tellendirerek onun korkularını anlatmaya başladı.Nalbant İsmail:
‒ Pekâlâ! korkuyor emme, gene fenalık etmeden vazgeçmiyor dedi.
‒ Elinde değil.
‒ Eli kopsun…
Muhtar, Yörük Hoca’ya döndü.
‒ Ha! Azıcık daha unutacaktım, dedi. Eseoğlu dermiş ki:
«Yörük Hoca ölsün, Kumdere’yi de ele geçireceğim!»
‒ Kime demiş ki?
‒ Herkese...
‒ Ecel yaşa bakmaz oğul! Sayısı, sırası yoktur. Ben öleceğim de, o dünyaya kazık mı dikecek! Hem o daha bizim köyeelini uzatacağına bana borcunu versin!
Odadakilerin hepsi Yörük Hoca’nın gözlerine baktı.
Muhtar da şaşmıştı.
‒ Sana borcu mu var?
‒ Var ya...
‒ Ne kadar?
‒ Yüz elli lira kadar.
‒ Ne vakit almıştı?
‒ Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da almıştım.Bu herif bana rastgeldi: «Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım.
Bana üzerindeki paraları ver!...» dedi.
‒ Eey, sen de verdin mi?
‒ Verdim.
‒ Senet filan almadın mı?
‒ Almadım.Kamçısızların Veli güldü:
‒ Öyleyse, artık ahrette alırsın.
‒ Hayır, dünyada alırım.Hacı Durmuş da başını salladı:
‒ O herif dünyada borcunu vermez...dedi.
‒ Ben alırım.
‒ Görürüz.
‒ Hem yarın... Muhtar yemin etti:
‒ Hoca inat etme, vallahi vermez.
‒ Ben alırım.
‒ Nafile başına belâ alacaksın!
Kapının yanında duran Kezban hiç lafa karışmıyor, yalnızdinliyordu. O da babasının Eseoğlu’ndan alacağı olduğunuyeni işitmişti. Bu herifi üç sene evvel, bir gün pazarda görmüştü. Sarı, esmer, çirkin suratı, çarpık burnu, dişlek ağzıgözünün önüne geldi. Meçhul bir nefretle titredi. Şimdiköylüler av hikâyelerine başlamışlardı. Henüz köyde iki gizlimartin vardı. Kışın onunla, nöbetleşe ayı avına gidiyorlardı.Ama postu kasabaya götüremiyorlar, daha yukarıdaki köyleresatıyorlardı. Eğer kasabada ayı postu görseler, «Ne ile vurdunuz?» diye hemen zaptiye mülâzımı insanı yakalıyordu.
Laf Tosun Dayı’nın hastalığına intikal etti,
‒ İnce dert!diyorlardı. Beş yetişmiş oğlunun hepsi Yemen’e gitmiş, hiç biri geri gelmemişti. Bu ihtiyar, gelmemiş oğullarını düşünedüşüne eridi. Sapsarı oldu. Bir deri bir kemik kaldı. Şimdi
ölüyordu. Bütün çifti, çubuğu kimsesiz bir ihtiyar kadıncağıza kalacaktı. Oradan lafı Moskoflara intikal ettirdiler. Köydeher toplanmanın sonu Moskof hikâyesiyle biterdi. Yine hervakitki gibi Hacı Durmuş, Yörük Hoca birer vaka anlattılar.Bu, bitmez tükenmez bir romandı. Elle tutulan patlamamış gülleler! Gece hücumları! «Allah Allah!» sesini duyuncaRus ordularının silahlarını atıp kaçışı! Kurşun vurmaz kumandanlar! Yeşil sarıklı hayal ordularının yol açması! Yörük Hoca anlattıkça, dinleyenler heyecana geliyorlardı. Bu seferanlattığı, vücudu yarı beline kadar donmuş bir nöbetçinin
macerâsıydı. Kendini değiştirmeye gelen arkadaşını görünce,şehadet getirmeye başlamış, yürüye- memiş, hemen oracıktaölmüştü. Köylülerden biri:
‒ Ah, şu Moskofla bir kere daha karşı karşıya gelsek!dedi. Yörük Hoca güldü.
‒ Oğul! Şimdi Moskof içimizde!
Hacı Durmuş tasdik etti:
‒ Moskof içimizde! Her gün ölüyoruz. Küme küme ölüyoruz işte!
Sonra Anadolu’nun çektiği ıstırabı anlatmaya başladı.
Halk daha içerilerde ot yiyor, çuval giyiyordu. Mısır koçanından yapılma ekmeği bile ömründe görmeyen Türkler vardı.Kaç yıl vardı ki hayvanlar gibi ormanlarda, kırlarda kökleritopluyorlar, ince toprak killeri un gibi midelerine indiriyorlardı.Yörük Hoca:
‒ Bu gidişle bizim de olacağımız o... dedi. Ver, ver, ver!Elde yok, avuçta yok! Sonumuz n’olacak?
Açlığın, çıplaklığın heyulası ta içerlerden gölgesini bumünbit ovalara bile uzatıyordu. Konuşurlarken, hepsininyüzünde bu günün karartısı belli oluyordu. Hacı Durmuş,içerlerinin haraplığını, perişanlığını anlattıkça hep bir nakarat gibi:
‒ Bu bizim, «her şeye» eyvallah deyip, boyun eğmemizdendir! sözünü tekrarlıyordu. O ihtiyardı. Zaten birkaç günlük ömrükalmıştı. Fakat eli ayağı tutanlar, hiçbir haksızlığa razı olmamalıydı. «Ah!, diyordu, her memlekette bir adam çıksa...Ne rüşvet kalır, ne zulüm kalır, ne nefes kalır! Bir kişi... bir
kişi...» Yörük Hoca da onun fikrindeydi.İçlerinden biri dedi ki: «Yemen, Arabistan kasaphanesi
durdukça köylerimizde genç kalmıyor!» Bu pek doğruydu.Hepsi gözlerini yerlere indirdiler. Köyde en aşağı iki dinçevladını Yemen çöllerinde kaybetmemiş aile yoktu! Sankidurmak, dinlenmek Türkün nasibi değildi. Bir muharebebiterken biri çıkıyordu. Ha Mora, ha Sivastopol, ha Sırp, haKaradağ, ha Moskof... Sonra bunlar yetmiyormuş gibi bir deArabistan! Bu kadar fedakârlıklara karşı ya görülen zulüm!Çektiklerini hatırlayan köylülerin benizleri soluyordu.
Geç vakit gitmeye kalktılar. Bu gece hep acı şeyler konuş muşlardı. Çam Hüseyin, tavana varan uzun boyuyla kapıdançıkarken:
‒ Keşke Hoca, bize biraz kitap okuyuvereydin! Konuştuk,zehirlendik!dedi. Gündüz gibi bir mehtap avluyu aydınlatıyordu. Kezban, Yörük Hoca, dış çite kadar misafirleri teşyi ettiler. Dönerlerken Kezban ahıra uğramak için ayrıldı.Babası:
‒ Yarın kasabaya gideceğim! Atı erken hazırla!dedi.
‒ Niye gideceksin?
‒ Şu Eseoğlu’ndan benim parayı istemeye!
‒ Pekâlâ...
İhtiyar durdu, iri, güzel kızının gidişine baktı. Gayrıihtiyârî:
‒ Ah, şu bir erkek olsaydı!diye içini çekti. Kezban döndü:
‒ Bir şey mi dedin ki baba?
‒ Yok, bir şey demedim.
‒ …..
Fakat Kezban, onun dediğini, onun niçin ah ettiğini duymuştu. Evet, erkek olsaydı, erkek olsaydı... Gözünün önüneçamlı dağlar, karlı yollar, hainlerin, hırsızların, namussuzların, zalimlerin murdar çamurlara, kanlara bulanmış ölülerigeldi! Ah erkek olsaydı... Fakat, işte kızdı! Erkek olmanın çaresi yoktu. Düşüne düşüne ahıra girdi. Atın önüne ot koydu.Eşek köşeye tıkılmıştı. Onu çekti çıkardı. Sonra eve girdi.Babası odasına çekilmiş, yatmıştı. O yatağını serdiği sedirinkenarına oturdu. Gözlerini, ayın mavi ışığıyla etrafı gümüşlenen yüksek, çamlı dağlara dikti. Gece işittikleri birer birer
zihninden geçiyordu. Kulakları çınlamaya başladı. Bülbüllerin sesini duymuyordu.
‒ Ah, erkek olsaydım!dedi. Yatağına soyunmadan yüzükoyun uzandı. Sabaha kadar uyuyamadı.
II
Hoca’nın Ölümü
Yörük Hoca daha güneş doğmadan yola çıkmıştı. Kezbansebepsiz bir üzüntü içinde sıkılıyordu. Ahırı temizledi.Biraz çamaşır yıkadı. Sonra tahtaları sildi. İşi bitince, Kambur Hasan’lara gitti. İkindiye kadar oturdu. Hasan’ın karısı onun sütanasıydı. Boş kaldığı zamanlar hep bu kadınınyanına gelir, tezgâhında bez dokurdu.. Bugün tezgâha elinisüremedi.
‒ N’oldu sana? Hasta mısın ki?...
‒ Yo...
‒ Niye öyle durup batırsın?
‒ Hiç.
‒ Deyiver, deyiver.
‒ Bir şey yok vallaha.
‒ Benzin solmuş.
‒ Gece uykum kaçtı da.
Sabahleyin babası ata binerken, sanki uzak, dönülmezbir gurbete gidiyormuş gibi kederlenmişti. Kasaba ona zulüm, fenalık dolu bir yer hissini verirdi. Sebepsiz duyduğubu kederden bir türlü silkinip sıyrılamıyor, aklından geceişittiği şeyler birer birer geçiyordu. Eseoğlu’nun çirkin hayaligözünün önündeydi. İçinden, “Şimdi ihtimal babamla konuşuyor” dedi. Uzun boylu, iri, levent ihtiyarın karşısındaçarpık, bodur, iğrenç herifin çürük dişleriyle sırıttığını görürgibi oluyordu. Kim bilir borcunu vermemek için ne yalanlaruyduracaktı. Hacı Durmuş’un geceki iddiasını hatırladı:
‒ O herif dünyada borcunu vermez.
Babası:
‒ Ben alırım!demişti. Acaba muhtarın yeminle temin ettiği gibi “Nâfilebaşına belâ” mı alacaktı? İkindiye doğru tekrar döndü. Boşdurmamak için eline çorabını aldı. Örmeye başladı. Tığları parmak- larına batıyordu. Kalktı. Ahırdaki folluklardanyumurtaları topladı. Gübre yığınlarının üstündeki tavuklar sanki yorulmuşlardı. Eşinmiyorlar, öyle duruyorlar, başlarınıeğerek ona bakıyorlardı. Hava güzel olduğu hâlde, ortalıktagizli bir hüzün vardı. Büyük kırmızı horoz başını altın tüylerinin içine çekmiş, gözlerini kapamış, ayakta uyukluyordu.Onları kümes tarafına kışkırttı. Sonra çitin kapısına doğruyürüdü. Açtı. Eşiğe oturdu.
‒ Neredeyse gelir!diyordu. Akşam oldu. Kırdan sürüler döndü. Ama babasıgelmedi. İnekleri ahıra soktuktan sonra yine kapının eşiğine oturdu. Hava iyice karardı. Yıldızlar parladı. Korudan bir
bülbül inledi. Kezban ellerinin tersiyle gözlerini ovuşturuyor.
‒ N’oldu ki? N’oldu ki?diye kıvranıyordu. Babası geceleyin hiç kasabada kalmazdı.
Ansızın yanından gölge atladı. Bu köpekti. Gözüyle hayvanı
tâkip etti. Kasaba yoluna doğru koşuyordu. “Acaba bir gelen mi var?” ümidine düştü. Doğruldu. Karanlıkta ilerisi pekgözükmüyordu. Fakat köpek koşarak geri döndü. Kezban’ıneteklerini kokla- dıktan sonra, arka ayaklarının üstüne oturdu.Gözlerini Kezban gibi karanlıklara dikti. Sanki sahibinin gelmediğini hissetmişti. Kezban boğulacağını sanıyordu. Ağır,sökülmez bir hıçkırık göğsünden kabarıyor, boğazına tıkanıyordu. Köpek acı acı ulumaya başladı. Bu uluyuş yüreğiniparçalayacakmış gibi içine aksediyordu.
‒ Hoşt!dedi, köpeği içeri kovdu. Sonra kapıyı çekti. Karşı çite doğru yürüdü. Belki artık yatsı olmuştu. Aralık bir kapıdan girdi.
Evvelâ havlayan bir köpek, yanına gelince sustu. Nihâyette ışıkgörünen bir pencereye gitti. Burası Tosun Dayı’nın eviydi.
‒ Kim o?
‒ Benim.
‒ Ne arıyon Kezban?
‒ …..
Tosun Dayı’nın karısı Fatma Molla bir cevap alamayıncagenç kıza dikkatle baktı:
‒ Söyle, ne istiyon?
‒ Hiç.
‒ Neye geldin?
‒ Babam bugün kasabaya gitti. Gelmedi.
‒ Belki bir işi çıktı. Yarın gelir. Ne merak ediyon?
‒ Hiç kalmazdı.
‒ ......
İçeriden Tosun Dayı’nın titrek, solgun, hâlsiz sesi işitildi:
‒ Yâhû, kim o?
‒ Kezban.
‒ Buraya gelsenize...
Kapıda ayakta duran yaşlı kadın kızı içeri aldı. Hasta,yerden bir karış kadar yüksek bir sedirin üzerinde uzanmışyatıyordu. Sakallı, esvaplı bir iskelet sanılacak derecede zayıflamıştı. Karanlık ağzının içindeki uzun dişleri bembeyaz görünüyordu. Gözleri, parlak birer karanlık saklayan iki derin
çukurdu. Kezban ocak başındaki mindere çöktü. Fatma Molla da oturdu. Hasta nefesini topladı. Dinlene dinlene sordu:
‒ Ne... var... ki?... Kezban:
‒ Babam kasabaya gitti, gelmedi amca...
‒ Niçin gitti?
‒ Eseoğlu’ndan alacağı vardı da... Onu istemeye...
‒ Erken mi gitmişti?
‒ Çok erken.
‒ Gelir kızım.
‒ ….
Ocağın üstündeki kandilin sarı ziyâsı, bu küçük odayacanlı bir mezar şekli veriyordu. Tosun Dayı ölmek üzereydi. Ocağın dibindeki siyah kedi gözlerini yummuş ve sankihayatın bu çirkinliğini ihtiyarlıkla hastalığı görmek istemiyordu. Bir süre sustular. Birden dışarıda pek yakından bir
baykuş kahkahası aksetti. Kedi, gözlerini açtı. Hasta, ihtiyarkadın, genç kız bakıştılar.
Fatma Molla:
‒ Üç gecedir bu uğursuz musallat oldu. Tepemizde ötüpduruyor.dedi. Hasta daha ziyade sarardı. Sanki işitmemiş gibi davranıyordu. Sonra yavaş yavaş koyunlardan, ekinlerden konuş-
maya başladılar. Bu sene Tosun Dayı’nın üç ineği de gebeydi.Kezban manasını duymadan cevaplar veriyor, babasının nerede kalabileceğini düşünüyordu. Yatsı ezanı okundu. FatmaMolla abdeste kalktı. Kezban:
‒ Ben de gideyim, dedi. Babam gelirse, beni beklemesin.
Kapının dışarısı simsiyahtı. Bastığı yerleri görmeyerekyürüdü. El yordamıyla çitten çıktı. Karanlığa alışan gözlerişimdi duvarları, ağaçları, sokakları fark ediyordu. Kendi kapılarının önünde bir gölge gördü. Yüreği “hop” etti. Babasımıydı? Hayır, kısa boylu bir adam.
‒ Kimdir o?diye seslendi.
‒ Recep.
‒ Ne var?
‒ Sana baktım.
Kezban hızla kapıdaki adama yaklaştı. Bu, Nalbant İsmail’in genç oğluydu. Beraber büyümüşlerdi. Heyecanlasordu:
‒ Beni ne yapacaksın?
‒ Şey...
‒ Ne?
‒ …..
‒ Söyle be!
‒ …..
Delikanlı bir şey söylemiyor, başını arkaya çeviriyor,Kezban’ı sanki görmemek istiyordu. Köpek arkadan çitinkapısını tırmalayarak havlıyordu. Kezban yüreğinin çarpıntısından düşeceğini sandı. Eliyle çite dayandı.
‒ Ülen, söyle ne var?
‒ Amcamı vurmuşlar!
‒ Babamı mı?
‒ Ha!...
‒ .....
Birdenbire nefesi tıkanır gibi oldu. Dişleri kilitlendi. Ağzını açamadı. Recep aptal aptal genç kıza bakıyordu. Kezbanson bir çabayla sordu:
‒ Nerede?
‒ Eseoğlu’nun çiftliğinde.
‒ Kim haber verdi?
‒ Çobanlar! Korucular; «Gelin, cenazesini alın!» diye köyehaber göndermişler.
‒ …..
Kezban olduğu yere çöktü. Başını ellerinin içine aldı.Hüngür hüngür ağlamaya başladı. Recep gidemiyor, genç kızın başucunda duruyordu. Ağlaya ağlaya sanki gözyaşları bitti Kezban’ın. Hıçkırıkları seyrekleşti. Recep üzerine eğiliyor:
‒ Galk kardaşım, galk, hedi bize gidelim.diyordu. Kezban karanlığın içinde birden bire doğruldu.
‒ Ben gidiyorum!dedi.
‒ Nereye?
‒ Babamın ölüsüne.
‒ Şimdi gece. Yarın bütün köylü gidecek.
‒ Ben duramam.
‒ Ben de geleyim.
‒ İstemez...
‒ …..!
Hızlı hızlı kasabaya inen yola atıldı. Recep kapının önünde ayakta kalmıştı. Çitin içindeki köpek havlıyor, kapıyı paralayacak gibi sarsıyordu. Kezban karanlıklar içinde kayboldu.Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Ayaklarına taşlar vuruyor, etekleriçalılara takılıyordu. Belki dört saatten ziyade koşmuştu. Yorgunluk hıçkırıklarını dindirmişti. Dağların üstü morlaşıyor,yıldızlar siliniyordu. Uzakta, yolun solunda çiftliğin binalarıartık görünmeye başladı. Esmer bir sis dere kenarında gölgeden bir duvar hâlinde boyuna uzanan söğütlerden, kavaklardan çıkmış bir duman gibi çatıları sarıyordu. Durmadı.
Hiç dinlenmedi. Bir an önce babasına kavuşmak istiyordu.Suyun üzerindeki dar tahta köprüyü geçti. Kalabalık horozsesleri işitiliyordu. Dış çitleri geçince, üzerine birkaç köpekatıldı. Havlıyorlardı. Kezban çitten bir kazık çekti. Etrafındahavlayan köpeklere savurarak ilerledi. Çiftliğin büyük kapısı
henüz kapalıydı. Tekmeledi. Köpeklerle uğraşıyordu. Kapının üstündeki odadan çıplak bir baş uzandı.
‒ Kimdir o, mori?
‒ Gel aç.
‒ Sen kimsin?
‒ Kumdereli Yörük Hoca’nın kızıyım.
‒ Bre, bre! Amma kabadayı şey bre!
‒ Haydi, aç diyorum.
‒ Korkmaz mısın bre mori, geceleyin gelirsin burda?
‒ Aç be çabuk.
‒ Ne yapacaksın?
‒ Babamı göreceğim.
Korucu, çirkin bir baykuş kahkahası attı:
‒ O mortiyi çekti bre!
‒ …..
Kezban gülen herife dehşetle baktı. Dişlerini sıktı. Birdenbire yüreğinin çarpışı hafifledi. Sesini yumuşattı:
‒ Haydi korucu ağa. Ölüsünü göreyim bir kere.
‒ Ölünün nesini göreceksin?
‒ Yapma korucu ağa.
Herif eğleniyordu. Diyordu ki:
‒ Daha gece, sonra kâhya darılır. Sen biraz dere kenarındadolaş. Hava iyice açılınca gel.
Köpekler Kezban’ın çevresinde sıçrayıp havlıyorlardı.Genç kız büyük kapının eşiğine oturdu. Havlamaktan yorulan köpekler karşısına yattılar. Gözlerini, elindeki kazığadiktiler. Böyle ne kadar vaktin geçtiğini anlamadı. Ortalıkağarıyordu. Ne yapacaktı? Babasını acaba neresinden vurmuşlardı? Şimdi gece gibi elemini hissedemiyordu. Sanki kalbi gerilmiş, katılaşmıştı. Ne olmuştu? Niçin babasınıvurmuşlardı? Mutlaka bunu Eseoğlu yaptırmıştı. Eseoğlu...Köyün, babasının, herkesin düşmanıydı. Yine çarpık burnu,dişlek ağzıyla gözünün önüne geldi. Yumruklarını sıktı. Diş-
lerini sıktı. Başını salladı. Karanlık, müphem, şekilsiz düşüncelere daldı. Dayandığı kapı büyük takırtıyla açılırken, birkâbustan uyanıyormuş gibi silkindi. Doğruldu. Karşısındayaşlı bir Rum gördü. Bu Eseoğlu’nun hizmetçisiydi. İçeride,beyaz, küçük bir sarayı andıran çiftlik kulesinin pencerelerinde hâlâ aydınlıklar parlıyordu. Rum eğildi. Gözlerini ovuşturdu. Kezban’a dikkatle baktı.
‒ Kız ne arıyon burda?dedi. Kezban gayet soğukkanlı cevap verdi:
‒ Babamı?
‒ Baban kim senin?
‒ Kumdereli Yörük Hoca...
‒ Hasto diyavolo! O öldü.
‒ Biliyorum.
‒ Görüp ne yapacaksın?
‒ Ölüsü nerede?
‒ Ben bilmem.
Sabah mahmurluğuyla gözlerini oğuşturuyor, Kezban’ıncepkeninden taşan memelerine, başörtüsünün altında solgunbir nur ile parlayan güzel yüzüne baktı. «Omorfo koriçe, diyavolo» diye mırıldanmaya başladı. Genç kız içeri girmemişti.
‒ Dur, uşaklar kalksın, soralım!
‒ Pekiyi...
Rum cebinden çıkardığı fakfon bir tabakadan cıgarasınısarıyor, yandaki oda kapıları açılıp kapanıyordu. Kapının üstündeki taraçada bir merdiven vardı. Parmaklıkları arasındabirkaç adamın dolaştığı görülüyordu. Kapıcı çakmakla cıgarasını yaktı. Merdivenin altına ilerledi. Yukarıda gezinenlerebağırdı:
‒ Kâhya kalktı mı?
‒ Kalktı.dediler.
‒ Bir kız gelmiş. Dün vurulan Kumdereli Yörük’ün kızıymış.Söyleyin, ne yapalım?
Taraçadaki seslerden biri sordu:
‒ Ne istiyormuş, Hıristo?
Kapıcı, genç kıza bakarak karşılık verdi:
‒ Babasının ölüsünü.
‒ Kâhyaya haber verelim.
‒ Haydi.
‒ .....
Kezban bekledi. Yukarıda kapılar açıldı, kapandı. Sonramerdivenin yarısına kadar inen genç bir köylü:
‒ Gel buraya, kâhyanın yanına gideceksin...diye Kezban’ı çağırdı. Kezban yürüdü. Merdivenleri çıktı.
Büyük, karanlıkça bir odaya girdi. Yerler siyah keçe döşeli,duvarlarda birçok tüfek asılıydı. Ocağın başında kırmızı birvelenseye yan gelmiş, çubuğunu fosurdatan iri bir Arnavut,onu baştan aşağı süzdü.
‒ Sen o herifin kızı mısın, mori?
‒ Kızıyım!
‒ Senin baban ne belâymış! Bizim başımızı azıcık dahabelâya sokacaktı. Bereket versin kırk paralık kurşuna!Kezban susuyor, hiç karşılık vermiyordu. Sonra kâhyatekrar sordu:
‒ Köye akşamdan haber gönderdik, gelip cenazeyi alsınlardiye...
‒ .....
‒ Ne susuyorsun?
‒ .....
‒ Sen nereden haber aldın?
‒ Bir adam haber verdi.
‒ İstersen al, omuzla, kendin götür. Babanın leşi kaç paraeder; yüzüp de derisini satacak değiliz ya...
Kezban donmuş gibiydi. Sanki taş kesilmişti. Sanki artıkkalbi çarpmıyordu. Kâhya bu iri siyah gözlerin bakışı altındarahatsız oldu. Ayakta duran uşağa:
‒ Ölü nerede?diye sordu.
‒ Ahırın yanındaki gübreliğe attık!
‒ Öyleyse bu gece sıcak sıcak iyice rahat etmiştir. Götü-rün bu kızı oraya. Köylüler gelinceye kadar beraber beklesinler, mori!Kezban yine cevap vermeden dışarı çıktı. Uşağın arkasından yürüdü. Taş döşeli büyük avluyu geçtiler. Uzun, su doluyalakların önünden geçtiler. Ahırlar ta nihayet köşedeydi. Gü-neşin ilk ziyaları hafif bir duman hâlinde gübrelere aksediyor,tavuk, horoz, hindi, kaz, ördek kalabalığı altında bu yığınlarıkaplıyordu. Yaklaştılar. Uşak arkasına döndü:
‒ Nah!
dedi. Kezban ilerledi, iki yüksek gübre yığınının arasındauyuyor gibi uzanmış olan babasını gördü. Sağ kolu, görünmez bir kametle lânet ediyor gibi, yukarı doğru uzanmıştı.Yumrukları kilitlenmişti. Sönük gözleri açıktı. Başındanakan kanlar yüzünü boyamış, ak sakallarını kıpkırmızı yapmıştı.
Ağzı müthiş şeyler söylemek istiyormuş gibi açıktı, kapkaranlıktı, korkunçtu. Kezban sanki bu ölüye görmeden baktı.Ağlamadı. Heyecan göstermedi.
‒ Babamı kim vurdu?dedi. Uşak tereddüt etti:
‒ Bilmiyom.
‒ Ne vakit vurdular?
‒ Bilmiyom.
‒ Nerede vurdular ki?
‒ Bilmiyom.Kezban acı acı gülümsedi.
‒ İyi, dedi. Ben öğrenirim.
Uşak sanki katilmiş gibi sıkılıyordu. Döndü, arkasınabakmadan uzaklaştı. Kezban babasının ölüsüne yine dik dikbaktı. Başı ucuna geçti, oturdu. Elini sürmeye çekiniyordu.Başını ellerinin arasına aldı. Sökülmeyen bir hıçkırık boğazına tıkanıyor, nefes alamayacak gibi oluyordu. Gözyaşlarısanki kurumuştu.…Köylüler gelinceye kadar öyle durdu. Hacı Durmuşahalinin başındaydı. Hepsinin gözleri yaşlıydı. Nalbant İsmail inledi:
‒ Kalk kızım!
Kezban derin bir uykudan uyanır gibi doğruldu. Köylülertaze ağaç dallarından yapılmış bir sedye getirmişlerdi. Hepsinin yüzünde ağır bir tevekkülün sükûtu mermerleşmişti.
Muhtar:
‒ Allah rahmet eylesin!dedi. Kimse kımıldayamıyordu. Herkesin gözleri Kezban’daydı.
Hacı Durmuş:
- Ne duruyoruz ki?...diye sedyeyi tutan genç köylülere baktı.
‒ Allah rahmet eylesin!
‒ Katiller...
‒ Öğleye yetiştirelim.
‒ Kim vurmuş ki?
‒ Sormak lazım mı?
‒ .....
Kimin kime cevap verdiği belli olmuyordu. Hacı Durmuşeski arkadaşının ölüsünün kollarından tuttu. Ayaklarındangençler kaldırdılar. Sedyeye uzattılar. Hacı Durmuş eğildi.Ölünün alnından, ta yaranın üzerinden öptü.
‒ Öcünü kim alacak?diye bağırdı. Herkes önüne bakıyordu.
Kezban gülümsedi.
…Hava bulutluydu. Bu sakin alay Eseoğlu’nun çiftliğinden çıktı. Kimse ağzını açamıyordu. Çiftliğin adamlarıortada yoktu. Kezban, tek bir kız, arkadan geliyordu. Yoldarastgelenler:
‒ Ne oldu ki?diye soruyorlar, cenazeyi görünce bir cevap beklemiyorlar,fâtihacıklarını okuyup geçiyorlardı. Öğleden evvel köye girilmişti. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar cami meydanındaki büyük çınarın etrafına toplanmış, ellerinde yağlıklarağlıyorlardı. Yalnız Kezban ağlamıyordu. Gömmeyi ikindiyebıraktılar. Cenazeyi yıkamak için eve götürmek istiyorlardı.
İmam:
‒ Olmaz!dedi.
‒ Niçin?gibi yüzüne baktılar.
‒ Yörük Hoca şehittir!diye haykırdı. Şehit yıkanmaz. Şehidin esvabı üzerinden soyulmaz.
‒ .....
İkindi namazından sonra, bu şehit, mezarlığa götürüldü.Bütün köy hazırdı. Güneş, ara sıra bulutların arasından ağlar gibi görünüyor, çiseleyen yağmurun içinde uzak, belirsizeleğimsağmalar ürpertiyordu. Hıçkırıklar sustular. Yalnız, kapanan mezarın kürek kürek atılan toprakları, boğuk, gizli birşikâyet gibi duyuldu
III
Vuran…
K öy matemi içinde, Kezban’ı düşünüyordu. O n’olacaktı?Yakını, akrabası yoktu.
«Everelim!» diyorlardı. Yörük Hoca’nın ölümünden dahabir ay geçmemişti. Hacı Durmuş öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi icap ettiğinianlattı. Fakat Kezban soğukkanlılıkla:
‒ Amuca, ben babamı vuranı hükûmete tutturmadan kocaya varmam...dedi.
‒ Hangi hükûmete kızım?
‒ Kasabadaki!
‒ Orası Eseoğlu’nun elindedir. Onun sözünden çıkmaz!
‒ Çıkar, hak yerini bulur.
‒ Bulmaz gızım.
‒ Ben buldururum.
‒ Nasıl idersin, nidersin?
Kezban bir erkek gibi elini kalçasına dayamış, hücum edecek gibi duruyordu. Fakat yüzü, gözleri son derece sâkindi.Yavaş yavaş, ne yapacağını anlattı. Mutlaka babasına kimin
kurşun attığını arayıp bulacaktı. Sonra bu katili hükûmeteverecek, astıracaktı. Fakat Hacı Durmuş ümitsiz bir ihtiyardı. «Adliye iki kapılıdır. Birisinden girilir, öbüründen çıkılır»diyordu. Hem zaptiye mülâzımı, Eseoğlu’nun en baş adamıydı. Mümkün değil onun hizmetçilerini hapsetmez, herkabahat-lerini görmemezlikten gelirlerdi. İhtiyarın tevekkülü, kıza garip göründü. Başını yukarı kaldırdı: «Amuca, benâhımı kimsede bırakmam!» dedi. Başka bir karşılık beklemeden dışarı çıktı.
Eseoğlu, öksüz kalan Kezban’ın güzelliğini zaten biliyordu. Şimdi ona daima: «Babasını eşkıyalar vurdu, çok acıyorum. Kimsesiz kız! Ne yapacak! Ben Yörük Hoca’yı çokseverim. Bu zavallı adamın hatırı için, onu Allah’ın emriyle,peygamberin kavliyle almak isterim.» diye boyuna haberciler
gönderiyor, Kezban’dan ne evet, ne hayır, bir cevap alamıyordu. Babasını vuran eşkıyalar kimlerdi? Çiftlik kâhyası ağzından kaçırmamış mıydı? Zaten orada kim öldürülse, kabahat,vücudu olmayan eşkıyaların üzerine atılıyor, tahkikat filangüme gidiyordu. Kezban, asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp, onun teşvikettiğini söyletecek, ikisini darağacında sallandıracaktı. Ya sallandıramazsa?... Bu cihet aklına gelince dişlerini sıkar, gözleriküçültür, dik dik önüne bakar, dalar giderdi. Bir aydır artıksürüsünü kendi güdüyor, inekleriyle, koyunlarıyla, keçile-riyle her gün dağa gidiyordu. Kimseyle konuşmaz olmuştu. Bazızamanlar Eseoğlu’nun meralarına kadar uzanır, onun çobanlarına hep babasının nasıl vurulduğunu sorardı. Bu çobanların içinde bir Deli Mustafa vardı. Aptal olduğu için askere almamışlardı. Aptallığı bütün ovaca meşhurdu. Bir gün Kezban,koyunlarını gölgelendirdiği ormanın alanından geçen buadama rastgeldi. Seslendi:
‒ Mustafa, Mustafa!
Aptal durdu. Şaşkın şaşkın etrafı aradı. Kezban’ı görüncegüldü. Yılıştı:
‒ Nereye gidiyon, ülen?
‒ Hiç.
‒ Gelsene buraya.
‒ Gelmen.
‒ Gel, gel.
‒ Gelmen…
Aptal hızla yürüdü. Uzaklaşacaktı. Kezban uzandığı yerden kalktı, koştu. Aptalı tuttu. Sarı köpek havlamaya başlamıştı. Mustafa’yı ısırmaya çalışıyordu.
‒ Gel, diyom ülen!
‒ Nideceksin?
‒ Bana biraz kaval çalıvi.
‒ Çalman.
‒ Çalarsun.
‒ Çalman.
‒ Ben de seni bırakman.
Aptal, çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını büktü. Ağlamaya başladı. Fakat Kezban onu okşadı. Zavallının saçı sakalına karışmıştı, parça parça mor gömleğinin altındankuvvetli, kıllı göğsü görünü-yordu. Kezban: «Sana ceviz sucuğu vereceğim.» dedi.Aptal birdenbire sustu. Elleriyle gözlerini sildi. Sırıttı:
‒ Vir hele.
‒ Gel ki vireyün.
‒ Vir hele.Kezban aptalı kolundan tuttu. Oturduğu yere getirdi.
‒ Çök bakayım!dedi. Aptal sırıtıyor, ne söylerse yapıyordu. Bağdaş kurdu. Piskuşağına kavalını bir silah gibi sokmuştu. Kezban torbasınıaçtı. Çıkardığı tatlı sucuktan bir parça kopardı. Aptala uzattı.
Zavallı bu parçayı alır almaz, hiç çiğnemeden yuttu.
‒ Daha istiyon mu?
‒ Vir hele.
‒ Ama benimle yarenlik ider müsün?
‒ İderün.
‒ Al öyleyse...dedi. Bir parça daha koparıp verdi.
‒ Kaç yaşındasın Mustafa?
‒ Bilmen.
‒ Anan, baban va mu?
‒ Yoh.
‒ Sen nerde yatursun?
‒ Ahurda.
‒ Hangi ahurda?
‒ Çiftlik ahurunda.
Kezban’ın gözleri parladı. Sucuktan bir parça daha koparıp Aptal’a verdi. Köpek de karşılarına oturmuş, sanki nekonuştuklarını anlamak istiyor gibi dikkatli dikkatli yüzlerine bakıyordu.
‒ Sizin çiftliğe eşkıya gelmiş.
‒ Yalan.
‒ Gelmiş. Kumdereli Yörük Hoca’yı vurmuşlar.Aptal biraz düşündü. Yine:
‒ Yalan!dedi.
‒ Öyleyse Yörük Hoca’yı kim vurdu?
‒ Söylemen!
‒ Niçün söylemezsün, ülen?
‒ Kâhya tenbih etti.
‒ Ne didi ki?
‒ Sakın bu herifin burada vurulduğunu kimseye dimeyün, didi.
‒ Yalan.
‒ Elimallah.
‒ Yalan.
Aptal kızdı:
‒ Ben gozümle vuranı gordüm!
dedi.
‒ Eşkıya değül mü?
‒ Değül be!
‒ Kimdi?
‒ Kâhyanın gardaşı!
Kezban sucuktan daha büyük bir parça kopardı. Aptalınağzına eliyle sokarak sordu:
‒ Doğru mu söylüyon?
‒ Elimallah.
‒ Yalan, ülen!
‒ Elimallah.
‒ Niçün vurdu ki?Aptal kendini unutmuş, hem sucuğu yiyor, hem söylüyordu:
‒ Ağa didi.
‒ Ne didi?
‒ Ona: «Şu herifi git vur.» didi.
‒ Sen gördün mü?
‒ Gordün.
‒ Nasıl oldu? Di hele.
‒ Yörük Hoca evin gapısında ağayla sövüştü.
‒ Eey, di hele.
‒ Sonra galktı. Atına bindü, gitdü.
‒ Sonra?
‒ Ağa «Hey Zeynel, yetiş yetiş, şu herifi gebert!» diye haykırdı.
‒ Eey, sonra?
‒ Zeynel, ağasının odasına goştu. Martini aldu. Hoca’nınarkasından çıkdu.
‒ Sen o vakit niredeydün?
‒ Ahırın önünde gübreleri açıyordun.
‒ Sonra ne oldu, di hele.
‒ Ben gapuya goşdun. Daha Hoca ıraklaşmamışdu. Zeynel: «Hey Hoca! Geri dön, ağa paranı virecek.» diye bağırdı.
‒ Eey?
‒ Hoca geri döndü. Yine çiftliğin gapusuna geliyordu,
Zeynel arkasına sakladığı mertini birden bire çıkardu. Omzuna goydu. Nişan aldu. Bum..
‒ Eey..
‒ Yörük Hoca düştü.
‒ Sonra?Aptal yine sucuktan istedi. Kezban elinde kalan son parçayı da uzattı. Dudakları, elleri titriyordu. Bu levha hemengözünün önüne geliverdi. Sanki babasının kır atından yuvarlanışını görüyordu. Aptal gevezeleniyor, ölüyü kendi sırtınayükletip, gübrelerin arasına attırdıkları söylüyordu.
***
…[Kezban babasını] Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükûmete koşar. «Babamı vuran filandır, tutun!» der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazımıvarmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, «Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?» diye sorar. Bir gün busarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, «Bre kahpe, bir dahaburaya gelirsen senin kafanı kırarım!» der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona «İşte bunlar da şahit olsun sen bu günbabamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!» der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar, Yörük’ünkızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.Kız bir zamanlar görünmez olur...
Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir.Vuranı ararlar bulamazlar. «Yörük’ün kızı vurdu!» diye birlaf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden,Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükûmeteYörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nunboğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalıağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelipsilahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar Arnavut falan yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceyevarır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takımtakım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalimzaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençberi dolandıranmadrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğubir zaman anlaşılmaz. Malum ya, Anadolu efeleri uşaklarıyla gezer. Bu efe tekbaşına… Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylü ona «Yalnız Efe» derler.Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başkakimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan «Gözlerini yum!» diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş, gözünü açmayan erkeğe; «Sizezulüm eden kim? Rüşvet alan memurunuz var mı?» diyesorarmış. Onun korkusundan kazada kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlara haber gönderir: «Falan fakireyardım ediniz. Falan öksüzü evlendiriniz, falan köprüyü yapınız. Falan köyde bir mektep kurunuz.» gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan
gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezisarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namazkılıyormuş, peri gibi güzelmiş...Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını: «GiderYalnız Efe’ye söylerim!» diye korkuturmuş. On beş sene neköyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş.
Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzugibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse almaya cesaret edemezmiş.
Yalnız Efe’den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyidağa kaldırmış, ne de fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camiine bakmayan köyehaber gönderir; «Gelecek ramazana kadar mescitleri tamiretmezlerse samanlıklarını yakarım.» dermiş. Onun sayesinde
camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli birağaçta bir heybe asılıymış. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki ellidalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
Uzatmayalım... İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa dagelir, Rumların izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada YalnızEfe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya
kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. YalnızEfe bunu haber alır. Bozdağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar.Bir bölük asker de aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tamburada sıkıştırırlar. «Teslim ol!» derler. Yalnız Efe: «Siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!» der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından
hafifçe yaralar. Tekrar: «Asker kardeşler, bırakın beni sizincanınızı yakmak istemem!» diye haykırır. Yine dinlemezler.Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İkiateş arasında kalınca: «Asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yokum, ateşi kesin, yürüyün buluşun!» diye haykırır. Bir zaman dahayaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldusanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adımadım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ilegeyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir
şey bulamazlar.
O vakitten beri Yalnız Efe’ye rastgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.
***
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadarderin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma
korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmışçamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
‒ Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı...dedim.
‒ Hâşâ! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diyereddetti.
‒ Ee, havaya uçmadı ya!
‒ Sırroldu!Gülerek sordum:
‒ Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
‒ Ne bilmeyeceğim, dedi, sırrolmasa buraya her gece nuriner mi? dedi.
‒ …..