

PEMBE İNCİLİ KAFTAN
DEĞERLER:
VATAN VE MİLLET SEVGİSİ
VATAN VE MİLLET İÇİN FEDAKÂRLIK
ONURLU VE BAŞI DİK YAŞAMAK
PEMBE İNCİLİ KAFTAN
Büyük kubbeli serin dîvân, bugün daha sâkin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincâbî bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcut olmayan noktalara dalıyordu.
— Cesur bir adam lazım, paşalar, dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine, padişahımızın elini öptürmedik; ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukâbele etmeye kalkacak.
— Şüphesiz.
— Hiç şüphesiz.
— Mutlakâ...
Kubbealtı vezirlerinin tamâmiyle kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrâzam düşündüğünü daha açık söyledi:
— O halde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lazım! Öyle bir adamki, ölümden korkmasın. Devletin şânına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusu ile, uğrayacağı hakâretlere boyun eğmesin...
— Evet!
— Hay hay.
— Çok doğru...
Sadrâzam, sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başınıkaldırdı. Parlak tuğları
ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı.
— Haydi öyleyse. Bir cesur adam bulun, dedi. Hâcegân'dan, Enderun'dan, Dîvân'dan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.
— .....
Sofu, sulh perver, sakin padişahın koca devletin esessiz, küçük bir dimağı olan Dîvân dü-şünmeye başladı.*
Bu elçi, yedi sene sonra takdirin "Yavuz!!" nâmındaki yaman sillesiyle her gurûrunun, her cinâyetinin cezâsını biranda gören İsmail Safevî'y egönderilecekti! Şehzâdeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyâde, kitapla geçiren Bayezid-i Velî'nin tabiatı son derece halîmdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tassavvufu sever; muhârebeden, mücâdeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflâk, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri bir birini tâkip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul Fâtihi'nin azmiyle dehâsı -tahta geçer geçmez babasının heykelini "gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan- zâhit halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezeli bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe, gaile gaile üstüne çıkıyordu. Hele şark... Kan içinde, ateş, zulüm içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının enkazı üstünde Şah İsmail serserî bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasiyle büyük babası Cüneyd'in intikamını aldığı için delice bir gurûra kapılan bu kudurmuş Şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına, soluna saldırıyordu.
Kendine ilticâ eden tarafları bile çağırdığı ziyâfette, yemekmiş gibi,kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlûp ettiği Özbek pâdişâhının kafatasıyla şarap içen bu gaddar Şah, dünyâda hakîkaten eşi görülmemiş bir zâlimdi. Bayezid Dîvânı'nın edîb, sâkin, halûk, dindâr vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zâlim, bir gün mutlaka bizim hudûdumuza da tecâvüz edecek, şark eyâletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye hâkimi Alâüddevle'den nikâhla kızını istemişti. Alâüddevle kızını vermedi. İsmail, uğradığı bu red hakâretinden hiddetlendi; intikâm için pâdişâhın toprağından geçti. Müdâfaasız Zülkadriye arazisine girdi, Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alâüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet şarkta yeni duyuluyordu. Cenk istemeyen pâdişâh, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, zalim olduğu kadar da kurnazdı. Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzâde Yavuz, babası gibi sabredememiş, Tebriz hududunu geçmiş; Bayburd'a, Erzincan'a kadar her tarafı talân etmiş, hatta Şah'ın kardeşi İbrahim'i esir almıştı. İsmail'in elçisi şimdi bu tecâvüzden de şikâyet ediyor; Osmanlı toprağına son akınlarının, pâdişâhın devletine karşı değil, sırf Alâüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte Dîvân'da bu kurnaz, bu zâlim, gaddar türediye gönderilecek münâsip bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirlik kuran bu serserî, karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mükâbele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrâzamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
— Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum, dedi. Babası benim yoldaşımdı, ama devlet memuriyeti kabul etmez.
— Kim?
— Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
— Burada mı oturuyor?
— Evet
— Ne iş yapıyor?
— Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbâl istemez.
— Neye?
— Bilmem ama, "belki zevâli var" diye.
— Tuhaf...
— Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gazâ etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
— Bize elçi olmaz mı?
— Bilmem.
— Bir kere kendisini görsek...
— Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
— Nasıl gelmez?
— Gelmez işte........... Dünyâ’ya minneti yoktur. Şahla gedâ nazarında birdir.
— Devletini sevmez mi?
— Sever sanırım.
— O halde bizde kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
— Tecrübe buyurun efendim.
.....
Sadrâzam, o akşam kethüdâsını Muhsin Çelebi'nin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlete, millete dâir bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.
Sabah namazından sonra sarayının selâmlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kağıtları okurken, sadrâzama, Muhsin Çelebi'nin geldiğini haber verdiler.
— Getirin buraya…
Dedi.İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından pala bıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpûsuna, secdesine alışan sadrâzam, bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrâzam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzûrunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi, gayet tabii bir sesle sordu:
— Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
— Şey...
— Buyrunuz efendim.
— Buyur oğlum, şöyle bir oturda...
Muhsin Çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden, gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrâzam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden: "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Halbuki... Hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar; sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kudsiliğini anlardı. Yegane mefkûresi: "Allah'tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbn-i Kemal ondan bahsederken "Beni okutur!"derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mîna çiçekli, cenneti andıran nuranî yolların nihayetinde daima "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah'ın bir halefiydi. Allah, insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı; ama, insana... Muhsin Çelebi, her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzeti-nefissiz kölelerden, zâhifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe
Zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama, kızdırmadı:
— Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdansen gidermisin,oğlum?
— Ben mi?
— Evet.
— Ne münasebet?
— Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
— Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.
— Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:
— Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi; halbuki zamânın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riyâ ile, tekâpu ile çıktıklarından etraflarına dâima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep denîri yâkârlar, ahlâksız müdâhînler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır. Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdânının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmed Paşa niçin hançerlendi, paşam?
— ....
Sadrâzam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kağıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar "Acaba deli mi?"diye düşündü. Deli değilse Bu ne küstahlıktı. Bu derece küstahlık,"nizam-ıâleme"muhalif değilmiydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, "Şunun başını vurdursam..." dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen derin sesini işitti: "İşte,s en de tabasbus, riyâ, tekâpu yollarından yükselenler gibi, serbest, düz, bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzgün gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kağıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğriburnu... incesarığı... tıpkı Şehnâme sahifelerinde görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu, alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrâzam, vicdânının ruhuna akseden sesini, gurûrunun karanlığı ile boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:
-Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz.
Muhsin Çelebi sordu:
— Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihâb etmiyorsunuz?
— Sen, Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?
— Biliyorum.
— Devletinis eviyor musun?
— Seviyorum.
Hakîm sadrâzam doğruldu. Arkasına dayandı:
— Pekâlâ öyleyse, dedi, bu habîs "elçiye zevâl yok" kaidesini kabul etmez. Bizimle rekâbet davâsındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idâm eder. Çünkü Allah'tan korkusu yoktur. Halbuki elçimize yapılacak hakâret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lâzım ki, hakâret görünce başından korkmasın... Bu hakâreti aynıyla o habîse iâde etsin... Devletini seversen sen bu fedâkârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
— Ettim efendim, fakat bir şartla,dedi.
— Ne gibi?
— Mâdem ki bu bir fedâkârlıktır, fedâkârlık ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedâkârlık, ne olursa olsun, hakîkatte şahsî bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret filan istemem. Fahrî olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!
— Fakat oğlum,bu nasılolur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi.
Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvâbı daha muhteşem, daha ağır olmak icâbeder. Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.
4
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
— Hayır, dedi, hazîneden bir pul almam. İcâb eden muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...
— .....
Sadrâzam gözlerini açtı.
— Hatta sırtıma Şahİsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
— Ne giyeceksin?
— Sırmakeş Toroğlu'ndaki, dîbâsı Hind'den, harcı Venedik'ten gelme "Pembe İncili Kaftan"ı alacağım.
— Ne. O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum?
Sadrâzamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri ennâdir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, pâdişâha hediye etmek için Toroğlu'na mürâcaat ettikçe, o, fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi, bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:
— Çiftliğimle, mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.
Sadrâzam bu hareketi makul bulmadı:
— Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.
— Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedibin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yâdigâr bıraktığı mandıram devlete fedâ olsun... Devletten hep alınmaz ya. Biraz da verilir!
— ......
Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divan’ın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin haysiyetinden ziyâde alacağı ihsanı düşünerek, hakkında revâ görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu tâ sofaya kadar teşyî etti.
.... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakîkaten emsâli görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iâde etmek şartıyla Toroğlu'ndan meşhur Pembe İncili Kaftan'ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın nâmesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, dârâtı, hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in diyârına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz kalesine büyük bir ihtişâmla girdi. Bu küçük pâyitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sâhip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakâreti altında ezmeye karar verdi. Huzûruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattı. Tahtın önündeki dibâ şilteleri, ipek seccâdeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muhâripleri duruyorlardı.
“...Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakit ki gibi yukarda, göğsü her vakit ki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı nâme-i hümâyununu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne allı, yeşilli, mavili, morlu, ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi garip bir yırtıcı kuş sükûnetiyle tüneyen Şah'a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nâmeyi aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden: "Beni mecbûren ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar gâlibâ..." dedi. Biran düşündü. Bu hakârete nasıl mukâbele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan'ı çıkardı. Tahtın önüne, yereserdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce dev, ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sadâsıyla:
— Nâmesini verdiğim büyük pâdişâhım, Oğuz Kara Han neslindendir! diye haykırdı, dünya yaratıldığından beri onun ecdâdından kimse kul olmamıştır. Hepsi pâdişâh, epsi hâkandır. Ecdâdı hilkatten itibaren hükümdâr olan bir pâdişâhın elçisi, hiçbir ecnebî pâdişâh karşısında dîvân durmaz. Çünkü kendi pâdişâhı kadar dünyâda asil bir pâdişâh yoktur.
Çünkü...
Muhsin Çelebi, kabaTürkçe nutkunu bağırdıkça, fârisî bilmeyen Şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı nâme, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellâtlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellâtlar, muharipler hükümdârlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi, sözünü bitirince müsâade filân istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak gurûru, bugün, bu tek Türk'ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi hayretten donan nedimlerine:
— Şunun kaftanını veriniz, dedi.
Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
— Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.
Muhsin Çelebi durdu,güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek Şah'ın işiteceği yüksek bir sesle:
— Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir pâdişâh elçisini oturtacak seccâdeniz şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
...Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:
— Evlâtlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdekiesvâbları, belinizdeki murassâ hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helâl ediyor musunuz?
— Ediyoruz.
— Ediyoruz.
— Anamızın ak sütü gibi.
Cevâbını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrâzamın konağına gitti. Nâmeyi Şah'a verdiğini, hiçbir hakârete uğramadığını, Şah'ın müsâadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten Sadrâzam, onun vazifesini hakkıyla îfâ edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
— Ben satın almak istiyorum, oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
— Hayır, getirmedim.
— Acemistan'damı sattın?
— Hayır, satmadım.
— Çaldırdınmı?
— Hayır.
— Ya ne yaptın?
— Hiç!
— .......
Sadrâzam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi, yaptığı ile iftihar edecek kadar küçük rûhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu'na da kaftanıne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da, hiç kimse, meşhur Pembe İncili Kaftan'ın "nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki mâcerâ, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, îradlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yâdigâr kalan atı ile murassâ takımını satıp Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama yine ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini biranda yere atmakla gösterdiği fedâkârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!
Ömer SEYFETTİN